Bu anlamda denebilir ki, yazı Sümerlerle değil mağara resimleriyle başlatılır, Mısır resim yazısı, damgalarla sürerek harflere evrilir.
Sümer’de birbiriyle bağlantılı sesler dizisi haline geldi.
Ugarit’te sesçil yazıya dönüştü.
Fenikeliler aracılığıyla Aka-deniz uy-garlığının, Kartaca, Etrüsk yazısı olur, Kafkasya köle ve maden kayıtlarıyla sabitlenir.
Fenike’de Kafkaslı bir kölenin mezar taşı öyküsü dillendirilir.
İlkokulda öğrendiğim okuma yazmanın, mağaradan günümüze gelen resimleme sanatının devamı olduğunu elliyi devirdikten sonra anladım.
Bu sadece benim için değil, herkes için geçerliydi.
Bu mağara sanatı nasıl gerçekleşirdi?
İçimizdeki korkuyu oyunla yenmek için küçük taşlardan, yarılmış fasulyelerden, evler, adamlar yollar yapıyorduk.
Bu çalışmaları kendimize özgürlük alanı açmak, kalemi kırmadan, defteri yırtmadan sayfayı baştan aşağıya karalardık.
Merkezi daha koyu, kenarları atom elektronlarının yörüngesi gibi olurdu.
O çizgi çalışmaları çok önemli sanat çalışmalarıydı.
Belli ki, bu çalışmaların saklı öyküsünü içimizde konuşarak, gülerek, hayal kurarak dillendiriyorduk.
Kalem, Sümer’in şekil veren çıtası, defter pişmiş topraktı, papirüs, parşömendi…
Kalemle, tarlayı sabanla sürer gibi defteri çizer, nokta koyar, sabrımızı sınardık.
Çizgi defterlerimizi ne yazık ki saklayamadık.
Bir gün de sıranın üzerine koyun başınızı derdi öğretmen.
Başımızı kaldırdığımızda, tahtaya asılı fişi görür heyecanlanırdık.
“Ali koş, Okul, Zil çaldı.
Koş Oya koş.” gibi fişlerden bir tane tahtaya asılır, bir tane de bize verilirdi.
O fişle ilgili kısa bir öykü anlatır, sonra sınıfça, grupça, tek tek “okurduk!”
Sonra, art arda dizilmiş seslerin resmi olan harfleri bir Mağara ressamı gibi çizerdik.
A harfini çizerken öküz başı, B çizerken ev yapardık aslında.
Mağara ressamlığı uzun, yorucu ve heyecanlı bir yolculuktu.
Eylülde başlayan yolculuğumuzu mayısta okur ve yazar olarak eve dönecektik.
Oysa Sümer’de, şimdilerde Çin’de üç dört yıl sürüyordu bu yolculuk.
Bazen çizdiğimiz resimleri hayvanlara benzetir, kısacık öyküler yakar yakıştırır gülerdik.
Karne tatilinde alacağımız “Karne” rüyalarımıza girerdi.
Elimize aldığımız, başarıları ve hal ve gidişimizin notları Sümer tapınağının kutsal belgesi gibi imzalı ve mühürlüydü.
Karnemi alıp evde okuttu-ğumda tek zayıfım Türkçeydi.
Oysa dinliyor, fişleri okuyor, yazıyor ve konuşuyordum.
Sorulan sorulara aklım erdiğince karşılık veriyordum.
Söylenen bir cümlenin tamamını resimlerle art arda yazamıyor, resimlenmiş bir cümleyi seslendiremiyordum.
O nedenle ‘Türkçem zayıftı!’
Öğretim yıl, 1960-1961 1.Sınıf Öğretmenim Halit Başkan’dı.
Karne tatili şubatın karlı günlerine denk geliyordu.
Düşe kalka kayıyor, ıslanıyor, üşüyor, sobanın başında pancar gibi oluyordum.
Akşamları ‘okuma yazma yürüyüşüm’ devam ediyordu.
Adsız kamlarım: İlkokul üçten terk babam Mehmet, beşinci sınıf öğrencisi kuzenim Mustafa’ydı.
Doğrudan mağara ressamı değildiler.
Resimlerin çiziliş sırasını, yönünü, karınların büyüklüğünü ve oranlarını bilmiyorlardı.
Karanlık bastıktan, vadiye kar sessizliği çöktükten sonra şişeli lamba ışığında, beni atlar gibi kızağa vuruyor koştururlardı.
Durmadan resmi çizdiriyor, çizdiğim seslendirmemi istiyorlardı.
Bir haftada hangi resmin hangi sese denk olduğunu, verilen bir sesin hangi resimle ifade edildiğini öğrendim.
Resimlerin seslerini art arda çıkararak okumayı, söylenen sözcüklerin içindeki sesleri öncelik sırasına göre çizerek yazıyordum.
Bu işin mantığını kim bilir kaç bin tekrarla çözmüştüm.
Bilmeden ve anlamadan küçük bir mağara ressamı olmuş, on bin yılın en büyük mucizesi olan okuma yazmayı gerçekleştirmiştim.
Okuma yazmayı öğrendikten sonra, Alfabem yetmez oldu, duvarlara yapıştırılmış gazeteleri okumak için duvarlara tırmanmaya başlamıştım.
Unlayarak tahtaların arasından soğuk gelmesin diye astığımız Dünya, Vatan gazetelerinden Menderes’in halatın halka yapılarak bir ağacın dalındaki idamını, şapkalı Cemal Gürsel Paşa’nın Atatürk’ün koltuğuna oturduğunu okuyordum.
Okuyordum ve “Başbakanı astılar!” resminden korkuyordum.
Su gibi okuyup yazan, büyük bir mağara ressamı olarak okula dönmüştüm.
Öğretmenin tahtaya yazdığı metinleri “Kim okuyacak?” diye sorduğunda ısrarla parmak kaldırıyordum.
O beni görmüyor, gö-rürse de tahtaya kaldırmıyordu.
Bu ısrarcı davranışlarım bir hafta sürdü.
Üçüncü sınıftan “Asiye!” beni işaret ederek, “Öğretmenim Veysel’i(ilkokulu bitirene kadar adım Veysel’di.
İlkokul diplomasını Hasan olarak aldım.) okutur musunuz?
Bir haftadır ısrarla parmak kaldırıyor!” dedi.
Bu uyarı üzerine, gülümseyerek ve peki “Gel bakalım, Veysel!” dedi Halit Başkan.
Öğretmen okuyup yazamayacağımdan adı gibi emindi.
Evdeki hummalı çalışmalarımdan, mor atlara binişimden, kızakların atı olduğumdan habersizdi.
Tahtadaki metni bana okuttu.
Gözlerine inanamıyordu.
Olamazdı!
O benimle uğraşmadan ben “Okuryazar olmuştum!”
Bunda kesinlikle bir yanlışlık olmalıydı!
Öğretmen yanılmazdı, yanılmak istemezdi!
Beşikdüzü Köy Enstitüsünde başlayan öğrenciliğini, Savaştepe Köy Enstitüsünden pekiyi dereceyle tamamlamıştı.